Bir gün Rasulullah(sav), ashabtan Ebu Hureyre (bir çok hadiselerin rabisi olan kişi)’nin fazla açıkmış olduğunu hissediyor.
Efendimiz Hazretleri:
“Yaa Ebu Hureyre! Bizim eve gidelim mi?” diyor.
“Peki, ya Rasulullah!” diyerek cevaplıyor.
Beraberce, Ebu Hureyre arkada, Efendimiz önde, hane-i saadete teşrif buyuruyorlar.
Efendimiz kapıyı çalıyor, giriyor içeriye. Ebu Hureyre (RA) dışarıda ve açıkta, kenarda duruyor. Kapının karşısında değil. Zira kapı açılırken, belki mahrem bir şey olabilir içerde! Kapının böyle yan kısmında, açıkta duruyor. Efendimiz içeri giriyor.
Yarım saat kadar bir zaman geçiyor. O, öyle bekliyor orada. Yarım saat zaman geçtikten sonra, usulca kapıyı çalıyor. Efendimiz Hazretleri açıyor kapıyı, içeri alıyor.
“İçeri buyur” diyor.
Onu misafir alınacak odaya alıyor, yine gidiyor içeriye.
Onu oraya bırakıyor, gidiyor içeriye soruyor;
“Ben misafire yemek yedireceğim. Bir şey yedireceğim. Ne var evde?”
Validemiz diyor ki;
“Kadın mıydı, erkek miydi, ensardan mıydı, muhacirinden miydi… birisi, bu kap ile bu sütü, “Allah için size bunu hediye getirdim” dedi, kapının kenarından içeri uzattı, gayet edepli bir halde. Ben de kabın altından tutum aldım.”
Zira, o kadar müsaadesi var idi zaten efendisinden, efendimizden.
“Bu var.” diyor.
Efendimiz gidiyor bakıyor ki; böyle bir geniş bir kabın içine, o gelen süt kabı alınmış, koyulmuş ve ağzı kapatılmış. Küçük bir tencere kadar süt olduğunu görüyor.
“Ya Ebu Hureyre! Git, Ashab-ı Suffa’ya söyle, hepsi buraya gelsinler. Zira onlar da aç!”
Bunlar yemekten, içmekten, kârdan, kazançtan, maddi düşüncelerin hepsinden feragat etmiş, kendilerini İslamiyet’in neşrine, bütün insanların, bu huzurlu dine, bu geniş insanlığa sahip olmalarını temin etmek üzere durmadan çalışıyorlar.
Acıkmışlar, kazanmamışlar, gelmemiş, gitmemiş, çıplaklar imiş, bunlar gözlerine görünmüyor.
Zira onlarda öyle bir iman uyanmış ki, mahluk-u hüdaya şefkat mertebesine ulaşmışlar. Rabbim nasıl mahlukuna şefkat ederse, onlar da o kadar gurbiyyet peydah etmişler ki, Rabbim gibi mahluka şefkatleri uyanmış bu şefkatin cereyanına kapılmışlar, kendi nefislerini dahi unutmuşlar.
Kim bilir, kaç gün bir şey zuhur etmedi, yatmadı, yemediler. Onlar için bu, hiç mühim bir şey değildi ki!..
Onlar, zevklerini o Kelam-ı İlahi’nin neşrinden alıyorlar. Hatta onların cereyanına müşrikler de kapılmıştı.
Hani, Ashab-ı Suffa teşkilatı kurulunca, Efendimiz Hazretleri’nin, “müşriklerden, esirlerden yedi ashabıma okur-yazarlık öğretirsen seni affedeceğim muamelesi” vardı ya, o müşrikler bile o imanlıların o cereyanına kapılmışlardı. Onlar da açlıklarını unutan bir hale gelmişlerdi.
Ebu Hureyre, kendisi anlatıyor:
“Efendim bana böyle dediği zaman, kalktım “peki” dedim. Gittim ama, yolda giderken diyor; akıl bu ya, aklıma geldi ki diyor; belli ki bir parçacık birşey var idi, Ashab-ı Suffa daha mühim işlere çalışıyor diye onlara yedirecek de, ben yine aç kalacağım! Akıl bu ya Açlığım aklıma gelince, galebe etmeye başladı. Halbuki daha evvel açlığımı pek duyamıyordum.”
O gün için Ashab-ı Suffa’nın sayısı yüz kişi, tam yüz kişi.
Hep, kalem ellerinde çalışıyorlar. Sanatkar bunlar. İman ve akide, akide ve adap mevzuunda hep bedenlerini o ilme alıştırıyorlar, talim ediyorlar ki; Efendimizin kontrolünden geçip mezun olan kimse, hangi memlekete giderse o memleket hayran kalıyor ve dine giriyorlar.
Onun oturuşu, kalkışı, tam bütün, yani işte, dört yüz dirhem. İslam’ın vücudu oluyor böyle. O hareketine, o İslamiyet’in bütün hareketini meşk ediyor, bütün ef’aline yerleştiriyor, gittiği memlekette ilmiyle, hareketiyle, davranışıyla, etvarıyla, ahlakıyla orayı mest ediyor ve rengine boyuyor!
Ashab-ı Suffa’nın vazifeleri; mezun çıktı mı, o gidiyor bir memlekete! İşte vali sıfatıyla da, halife sıfatıyla da, neşriyat sıfatıyla da öyle…
Şimdi mesele; esas bu Ashab-ı Suffa, emri alır almaz ellerinden kalemi kağıdı bırakıyorlar, geliyorlar. Hikmetini bilmiyorlar, davet buyurmuş gidelim diyorlar. Geliyorlar, kapıyı yine çalıyor, yine beş dakika duruyor, ondan sonra kapı açılıyor.
Efendimiz; “buyurun” diyor.
Sık sık yüz kişi böyle sıralanıyor. Ebu Hureyre de kapının tam dibine sıkışıveriyor. Efendimiz, o sütü getiriyor, hazırlanmış bir halde, efendim aynen o kap ile, o bardakla, sağdan veriyor.
Efendimizin adeti, bir şey ikram ederken sağdan başlardı.
Öyle köşeye geçip kurulmak yok! Hizmeti bizzat kendisi yapar ve ashabı ile arkadaş gibi yaşardı. Onların fikirlerine hürmet ederdi. Bilhassa fikrini beğendiklerini çeker, onlarla müşaverelerde bulunurdu.
Bazen de umumi ashabla müşaverede bulunurdu. Hendek kazılmasını bir ashabın sözüyle yaptı.
Efendimiz getiriyor, sütü, sıradan veriyor.
“Buyurun, doyana kadar için” diyor.
Herkes, sıra ile doyana kadar içiyor. O gelen yer, başka yer imiş tabi! Nihayet yüz kişi içiyor.
Ebu Hureyre;
“İman ettiğim halde, yine de oradan kalbimden geçer ki; yahu bana acaba kalacak mı diye, yahut da ben doymayacağım hani…”
Mübarek gelmiş, yüz kişi içtikten, doyduktan sonra, Ebu Hureyre’ye sunmuş Efendimiz,
“Doyana kadar iç” buyurmuşlar.
İçmiş… içmiş… Efendimizi de düşünüyor, o da içmesi lazım!
Bir daha iç buyurmuş, bir daha iç… Emir emirdir, alıp bir daha içiyor ve misafirliğin adabı, alıyor.
“Bir daha iç” diyor. Üçüncü emri veriyor. Bir daha içiyor.
Artık, kesiyor ağzından:
“Ya Rasulullah!
Daha, vücudumda süt koyacak yerim kalmadı” diyor.
O kadar ki, artık doyuyor, doluyor.
Ondan da sonra, alıyor mübarek kendisi içiyor.