İçeriğe geç
Dünya Hakimiyetinin Sembolü: Aya-Sofya

Ayasofya

Ayasofya’yı anlamak ancak İstanbul’un tarihini tanımakla mümkün olabilecektir. Bu nedenle İstanbul ve Ayasofya’yı ayıramayız.

Öncelikle dikkatimizden kaçmaması gereken konu, Roma İmparatoru Konstantin’in ehl-i kitab olduğu ve din-i mübin’e inandığı gerçeğidir. Allah Rasulü Hz. Muhammed (sav)’in, İslam’ın ilk yıllarında ehl-i kitab Rumlar için dua ettiğini bildiren sahih hadisler mevcuttur.

Bir diğer dikkat ihdas etmemiz gerek konu ise İstanbul isimli şehrin, “tarihi yarımada” yada “sur içi” denilen “yedi tepe” bölgesi olduğudur.

Konstantin, o dönem vasat bir köy görünümünde olan İstanbul’u, bir şehir ve bir abide olarak inşa etmiştir. Ayasofya ile de bu şehri taçlandırmıştır.

Ayasofya’nın ibadete açık kaldığı her dönemde, İstanbul’un sahibi ve Ayasofya’nın hadimi olan millet, Dünyanın Tek Hakimi olmuştur.

Ayasofya da, Topkapı Sarayı ve İstanbul (suriçi)’da bulunan birçok önemli tarihi varlıklar gibi müzeye dönüştürülmüştür.

Ayasofya ve Müze

Müzeler, genel anlamda iki yoldan oluşturulur.

Birincisi, farklı bölge ve sahalardan getirilen eserlerin, bambaşka bir yerde, bir araya toplandığı ve sergilendiği mekanlardır.

İkincisi ise, eser ve hatıraların, oluştukları ve yaşadıkları mahalde, varlık sebebinin ve öneminin sona ermesinden sonra sergiye açıldığı mekanlardır.

Demek oluyor ki, Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın müze haline getirilmesi, varlık sebeplerinin ve önemlerinin kaybolduğunun tescilidir.

 

Dünya’da Türk Hakimiyetine Ara Verilmesi 

Osmanlı Devletinde yönetim merkezi olan saraylar;

  • Topkapı Sarayı,
  • Dolmabahçe Sarayı ve
  • Yıldız Sarayıdır.

Bu saraylardan sadece Topkapı Sarayı İstanbul (sur içi)’dadır. Diğerleri İstanbul (sur içi)’un dışındadır.

Topkapı Sarayı, Sultan Abdülmecid döneminde, dönemin İngiliz elçisine gezdirilerek, Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyalar gösterilir. Bundan sonra Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eski eserleri yabancılara göstermek gelenek haline gelir ve Sultan Abdülaziz zamanında, ampir üslupta camekanlı vitrinler yaptırılır ve Hazine’deki eski eserler bu vitrinler içinde yabancılara gösterilmeğe başlanır. Artık Topkapı Sarayı fiilen müze olmuştur.

Osmanlı Devlet yönetimi, 1860’larda İstanbul (sur içi)’u terk etmiştir.

Bu tarihten sonra ağırlıkla Dolmabahçe Sarayı kullanılmış, sadece Sultan II.Abdulhamit Han, Yıldız Sarayını kullanmıştır. Gazi Mustafa Kemal de Cumhuriyet Döneminde Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmıştır.

Topkapı Sarayı’nın terk edilerek Dolmabahçe Sarayı’nın kullanılmaya başlanması bir tesadüf değildir. Bu hadise ile dünya hakimiyetinden vazgeçildiği ve bu hakimiyetin sembolü olan İstanbul (sur içi)’un, bir anlamda terkedildiği sembolize edilmiştir.  

Sultan II.Abdulhamit, Yıldız Sarayını kullanmakla bir başkaldırı içine girdiğini göstermiş, ne var ki çabaları, hazin sonu engelleyememiştir.

 

Ayasofya nasıl tekrar ayağa kalkacak?

Yazının devamında Ayasofya tüm detayları ile anlatılmaya gayret edilmiştir.

Nereden bakarsak bakalım Ayasofya sadece muhteşem bir bina değildir.

Ayasofya, kendi döneminde Din-i Mübin’in merkezi ve simgesidir. Din-i Mübin’in, yozlaşmış ve çıkarlarına amaçlanmış müşriklere karşı saldırısının ve başkaldırısının simgesidir.

Ayasofya, İmparatorluk olmanın ve Dünya Hakimiyetinin simgesidir.

Bu nedenledir ki, İstanbul’a sahip olanların Ayasofya’ya tasarruf etmesine, kurulduğundan beri her dönemde bir takım güçler tarafından engel olunmuştur ve olunacaktır.

Ayasofya’nın gerçek kimliğine tekrar bürünmesi için iki şart vardır;

  • ya İstanbul bugün dünyaya hakim olan sömürgeci güçlerin olmalıdır,
  • yada biz, İstanbul’a yeniden sahip çıkarak dünya hakimiyetine sahip olacak güce erişmek zorundayız!

Şimdi Ayasofya’nın ve beraberinde kısmen  İstanbul’un tarihsel geçmişine göz atalım…

 

Ayasofya

Orijinal adı ‘Ayia Sofia’dır.

Ayia; Latincede “göz bebeği”, “en derin noktası”, “merkez” gibi anlamlara gelir. “Kutsal” anlamında da kullanılır.

Sofia; “Hikmet”, “Bilgelik” demektir.

Ayasofya, dönemin hak dini olan Hristiyanlığın, üçlemesinin ikinci unsuruna adanmıştır. Türklerin İstanbul’u fethetmesinin ardından ise Ayasofya olarak anılmaya başlanmıştır.

1520’de İspanya Sevilla’da daha büyüğü yapılana dek yaklaşık 1000 yıl süreyle en büyük mabed olma özelliğini koruyan Ayasofya, aynı zamanda 916 yılı kilise, 480 yılı cami olmak üzere 1400 yıl süreyle ibadete açık kalan tek mabed olmuştur.

 

İstanbul (Konstantinapol)

İstanbul hakkında bilinen kayıtlar, şehrin, mö.638 yılında Yunan Megan kentinde ki nüfus kalabalığından kaçan Byzas isimli bir kişi ve yanındakiler tarafından, birinci tepenin eteklerinde (resimde 1. numaralı bölge) kurulduğunu göstermektedir.

Roma İmparatoru Konstantin ile Roma Devletinin doğudaki hakimi Licinius arasında, bugünkü Üsküdar ile Kadıköy arasında 324 yılında meydana gelen savaştan sonra, Konstantin bugünün Sarayburnu civarında yeni bir yerleşim yeri kurmaya ve burayı Roma Devletinin başkenti yapmaya karar verir.

Konstantin’in yeni bir başkent kurmak istemesinin nedenleri

  • Roma Devleti o dönemde “tetrarşi” ile yönetiliyordu. Bu yönetim şekli, iki büyük imparatora (Augusti) bağlı ve onların yerlerine geçecek iki küçük imparatora (Caesar) dayalı farklı bir yönetim biçimiydi. Konstantin, bu yönetim biçiminden kurtulmak istiyordu.
  • Devletin o zaman ki başkenti olan Roma, yapısını oluşturan site devletçikleri ve bu devletçiklerin yönetimde söz sahibi olmak istemelerinden kaynaklanan ihanet ve fesat yuvası durumundaydı.
  • Roma Devletinin ulaştığı sınırlar ve hakim olduğu topraklar Avusturya’dan Kızıldeniz’e, İspanya’dan Kırım’a dek uzanıyordu. Yani son derece merkezi ve güvenli bir başkent gerekmekteydi. İstanbul’un güvenliği çok kolay olacağı gibi, aynı zamanda hem deniz hem de kara ticaret yollarının üzerinde bulunuyordu ve çok bereketli topraklardaydı.
  • Türklerin, Asya’dan batıya doğru başlattıkları akınlar, Avrupa’yı etkilemişti. Bu akınlar sonucunda Avrupa barbar kavimlerinin hareketleri, yağma ve talanları da başlamıştı. Hem güvenliğin sağlanması, hem de Türklere karşı tedbir alınması gerekiyordu. Roma şehri gibi Milan ve Ravenna şehirleri de Avrupa’nın yerlisi olan barbar kavimlerin hedefi ve tehdidi altındaydı. Bu şehirlerin başkent olma ihtimalleri artık kalmamıştı.
  • Bir imparator olarak Konstantin, kendi adına yeni bir şehir kurmak isteğindeydi. Bu anlamda kendisine Hz.Süleyman ve onun şehri Kudüs’ü örnek alıyor ve onun sahip olduğu güce ulaşmayı diliyordu.
  • Konstantin, Hristiyanlık öğretileri ile yetişmiş bir devlet adamı ve bir komutandı. O dönemde hak din olan İsevilik için ALLAH adına bir şeyler yapmak gayreti içindeydi.
      • Milano Fermanını imzalamış ve
      • İznik Konsilini toplamıştı.
      • Orduya İseviliği sokarak, Devletin dinini paganizmden Hristiyanlığa çeviriyordu.

İmparator Konstantin ve Ayasofya

Konstantin, tümüyle yeniden planladığı başkentini, tamamen Roma’ya alternatif olarak inşa etmekteydi. Bu kararı ile aslında Roma’da bulunan yerleşik düzene karşı bir isyan başlatıyordu.

Bu yerleşik düzen içinde, dönemin soyluluk iddiasında olanlarla birlikte ruhbanlık sınıfının kendisine imtiyazlar tanıdığını iddia eden kesimler de bulunuyordu.

Roma’nın siyasi ve kültürel hakimiyetine aldığı her yerde kölelik sistemi ve sömürgecilik olanca hızıyla ve acımasızlığıyla yaygınlaşıyordu. Halklar; soylular, sefiller ve köleler olarak ayrıştırılıyor, toplumsal düzen alt üst ediliyordu.

Konstantin’in büyük ölçüde inançları uğruna alacağı kararlar, bir süre sonra, zaten ilk günden beri gerçekliğini ve geçerliliğini yitirmeye başlayan Hristiyanlık dinini Katolik ve Ortodoks olarak mezheplere bölecekti.

İsevilik dininin en büyük mabedini burada inşa edecek ve bu mabedi tüm İseviler üzerinde karar verici otorite olarak yerleştirmeye çalışacaktı.

Planladığı mabedin girişine, o güne kadar Roma’da bulunan Milyon Taşını koyacaktı. Milyon Taşı, tüm dünyanın zaman ve konumunu İstanbul şehrine göre koordinatlayacaktı. “Bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü artık İstanbul olarak değişiyordu.

Milyon Taşı, İstanbul’u, dünyanın “sıfır” noktası, saat, uzaklık, yön merkezi yapıyordu. 1884 yılından beri Greenwich Gözlemevinden geçtiği kabul edilen başlangıç meridyeni İstanbul’da tesis edilmiş oluyordu. Dünyayı batı ve doğu olarak ayıran nokta artık İstanbul’du.

Konstantin bu şehre, “Konstantin’in Şehri” anlamına gelen “Konstantinoplois” veya “Konstantinapol” adını verecekti ve bu şehir artık bundan böyle Avrupa Hristiyanlarının da kin bürüdüğü ve hedefine aldığı bir şehir olacaktı.

Konstantin, İstanbul ile Antik Yunan Medeniyetine son veriyor, hak dinin gereklerine dönüş yapıyordu. Gerçek medeniyetin hiçbir zaman batıda olmayacağını, doğuya yönelerek tüm dünyaya ilan ediyordu.

Konstantin, İstanbul şehrini kurarak, Avrupa Hristiyanlığına da son vermiş oluyordu. Bundan böyle artık Roma’da yer edinecek olan inanç, İsevilik görüntüsü altında uydurma, zorlama ve sapkın bir din anlayışı olacaktı.

Nitekim, 1200’lerin başında IV.Haçlı seferlerinde Roma ruhbanlarının, İslam Medeniyetine karşı gönderdiği çapulcu ordu, Ayasofya’nın şehri İstanbul’da da taş üstünde taş bırakmayacak, mabedeler de dahil olmak üzere tüm şehri yağmalayıp yıkacaktı.

Konstantin’in bir başka amacı da, Anadolu üzerinden, Asya’dan Avrupa’ya gelen pagan akınlarına İstanbul önünde “dur” demekti.

Aslında hedefine Türkleri alıyordu. Çünkü Asya bozkırlarından Avrupa barbarlarının üzerine doğru ilerleyen ve tüm coğrafyaları yerinden oynatanlar Türklerden başkası değildi. Çağ kapatıp çağ açacak, “Kavimler Göçü” tüm hızıyla başlamıştı.

Böylelikle Konstantin’in İstanbul ve Ayasofya ile başlattığı tarih, dünyayı ve tüm dengeleri en derinden sarsıp değiştirecek tarihti. Avrupa barbarları İstanbul’a, daha kurulduğu ilk gün düşman olmak zorundaydılar. 29 Mayıs 1453’de ise içlerinde yaşattıkları kin mislince artacaktı. Aynı şeyi daha önce Kudüs’te de yaşamışlardı.

Ayasofya’nın kubbesinden dev altın haçı sökenler, aynen Kudüs gibi, Ayasofya ve İstanbul’u da Avrupa Yerleşik Düzeninin, ilahi düzene yani din-i mübine karşı verdikleri savaşa simge olarak tanımlamaya başlayacaklardı.

 

Ayasofya’nın İnşaası

Ayasofya’nın Birinci İnşası

Yeni bir şehir kurmak ve şehri başkent seviyesinde imar etmek için çalışmalara başlayan Konstantin, devlet idaresi için gereken yapılar dışında, İstanbul’da ilk olarak bir mabed inşa etti.

Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırdığı bu mabed, ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen (bazilikal) planlı bir yapıydı. 360 yılında ibadete açıldı. 404 yılında çıkan halk ayaklanmasında bu mabed yakılarak yıkıldı.

Ayasofya’nın İkinci İnşası

404 yılında halk ayaklanması sonucu yakılarak yıkılan mabed, İmparator II. Theodosios tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirildi. Bu yapının, beş nefli (kilise bölümü), ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir.

Bu mabed de, tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen ve 30 bin kişinin katledilmesi ile İstanbul tarihinin en büyük katliamına sahne olan büyük halk ayaklanması sırasında, 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.

Tarihçi Prokopios Ayasofya’nın Nika İsyanı esnasında yanmasını şöyle yorumlar;

“Tanrı, yeniden inşa edildiğinde kilisenin ne kadar güzel olacağını bilerek isyancıların bu küfrüne izin verdi.”

Ayasofya’nın Üçüncü İnşası

Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos(Milet)’lu İsidoros ile Tralles(Aydın)’li Anthemius’a yaptırılmıştır.

İsidoros ve Anthemius’un emrine gece ve gündüz vardiyalı çalışmaları için 5’er binden toplamda 10.000 kişilik iş gücü verildi.

Ayasofya kilisesi yükseldikçe, inşaat malzemelerinin yukarıya taşınması zorluğu da ortaya çıkıyordu. Jüstinyen’in mimarları, bunun üstesinden özel tasarım bir iskele ile geldiler.

Bu arada 534 yılında Anthemius ölmüştü. Artık tüm yük, İsidoros’un omuzlarındaydı.

Mabedin inşaatı 23 Şubat 532 yılında başlamış ve 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır.

Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni de kastederek şöyle bağırmıştır;

“Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun”
“Ey Süleyman seni geçtim”

Ayasofya’nın Kubbesi Depremlere Dayanamadı

553 yılında bir depremle sarsılan mabedin kubbesi, Aralık 557’teki depremde çöktü.

Daha bina eskimeden bir dizi deprem sonucu doğu kemeri ve yarım kubbesi ile büyük kubbenin doğu kısmı çöktü.

Anlatılanlara göre Jüstinyen bu duruma o kadar üzülmüştü ki tam 30 gün boyunca tacını takmadı. İnşaatı Miletli İustinianos’un yeğeni genç İustinianos’a teslim etti.

Kubbenin onarım çalışmaları sürerken güney cephesinde de yıkımlar meydana geldi (Mayıs 558) ve pek çok işçi hayatını kaybetti.

Sorunun kubbe de değil, onu taşıyan unsurlarda olduğunu fark edildi. Böylesi tasarım hataları olan bir binada daire şeklinde kubbe için ısrar etmenin anlamı yoktu. Binanın yapısal bütünlüğüne uygun olarak kubbe, elips olmaydı. Bu çözüm sonrasında bina kısmen iki kez yıkılsa da günümüze kadar gelmeyi başarmıştır. Nitekim bugün hala yerinde sapasağlam duran kubbe, elips olan kubbedir.

Ayasofya’nın kapıları 563 yılında Noel arifesi sabahı gün doğumunda bir kez daha açıldı ve hayatının son aylarında bulunan yaşlı Iustinianos, kiliseye gelen cemaat alayına öncülük etti.

Ayasofya’nın Mimarisi

Üçüncü Ayasofya’nın mimarisindeki yenilik geleneksel bazilikal plan ile merkezi kubbeli planın bir araya getirilmesidir.

Yapının üç nefi, bir apsisi, iç ve dış olmak üzere iki narteksi vardır. Apsisten dış nartekse kadar uzunluk 100 m. genişlik 69.50 m. dir. Kubbenin zeminden yüksekliği 55.60 m, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87 m, doğu batı doğrultusunda ise 30.86 m. dir.

İmparator Justinianos, hem Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, hem de oldukça zahmetli ve zaman alan bir iş olan sütunların hazırlanmasında vakit kaybı yaşanmaması için maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir. Bugün bile dikkatle bakıldığında her bir mermer sütunun birbirinden farklı olduğu görülebilir.

Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler, Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir.

Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır.

Yapının iç kısmında yer alan duvar kaplamalarında, tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerlerin iç mekânda kullanılmasıyla dekoratif bir zenginlik oluşturulmuştur.

Ayrıca yapıda, neflerde Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların, yarım kubbeler altında ise Mısır’dan getirilen 8 adet porfir sütununun kullanılmıştır. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere, 6. yüzyıl Bizans süsleme sanatının en karakteristik örnekleri olan toplam 104 adet sütun bulunmaktadır. O çağa ait bir özellik olan derin oyulmuş mermerler güzel bir ışık ve gölge oyunu oluşturur. Ortalarında imparator monogamları bulunur.

Büyük kubbenin üzerine altın bir haç konulmuştur. Bu haç o zamanlar öyle parlaktı ki, güneş vurduğunda, yansıyan ışığı Alemdağ’dan hatta Istranca Dağlarından dahi görülebiliyordu.

Ayasofya’nın en görkemli yanı, havaya asılı gibi duran ve bütün binayı kaplayan kubbesidir. Mabedin kubbesinin bu denli büyük olabilmesi için son derece hafif malzemelerden yapılması gerekiyordu. Aslında Romalıların bunun için çözümleri vardı. Daha 2000 yıl önce pozzolana adındaki karışımı keşfetmişlerdi. Volkanik kül, su ve kireç karışımı bu harç son derece hafifti. Ne var ki Roma’da çokça bulunan volkanik küle Anadolu civarında ulaşmak son derece zordu. Dönemin tarihçisi Procopius’un yazdıklarına göre ihtiyaç duyulan kil ve tuğla, Rodos adasından getirilmişti. Tuğlalar, diğerleri gibi 1400 ya da 1200 santigrat derecede değil, 800 derecelik fırınlarda pişirilerek, yüzeylerinde fazlaca boşluk kalması ve suda yüzebilecek kadar hafif olması sağlandı.

Normal yapılarda harç tuğla kullanımı belli bir orana göre yapılır. Fakat Ayasofya’da bu oran göz ardı edilmiş ve harç ile tuğla aynı kalınlıkta olacak şekilde kullanılmıştı. Bu sayede, kalsiyum değeri yüksek olan bu özel karışımla yapılan tuğla ve harç kuruduklarında mükemmel uyum sağlıyorlardı. Dahası, kalsiyumun oluşan boşlukların içine doldurması sayesinde, çeşitli nedenlerle oluşan çatlaklar, orta ve uzun vadede kendi kendini onarabiliyordu. Bu sır, kısa süre önce Profesör Ahmet Çakmak tarafından keşfedildi.

Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştır.

Çıkışta kısmen zemine gömülü MÖ 2. yüzyıldan kalma bronz kapıların bir pagan mabedinden getirtildiği sanılmaktadır.

Binanın kuzey köşesinde bulunan, alt kısmı bronz bir kuşak ile çevrilmiş ve parmak sokulabilen bir deliği olan “terleyen sütun”da dilek dilemek eski bir gelenek olarak sürer.

Yapıldığı dönemde görkemiyle herkesi hayrete düşüren yapı, ancak ilahi güçlerin desteğiyle meydana gelebileceği inancını doğurmuş, böylece Orta çağ mistisizminin de bir sembolü olmuştur. O güne kadar görülmemiş bir ibadethane açmayı amaçlayan imparator hiçbir masraftan kaçınmadı.

 

Ayasofya’da ki Bazı Mozaikler

6.Leon Af Dilerken 

Leon af dilerken... Ayasofya MozaikleriAyasofya müzesinin İmparator Kapısı girişinde bulunan mozaikte, İmparator 6.Leon, Hazreti İsa’dan af dilerken betimlenmiş. İsa peygamberin sağında Meryem Ana, solundaysa Cebrail aleyhisselam bulunmaktadır. Hz İsa’nın elindeki metinde “Ben dünyanın nuruyum, barış sizinle olsun” yazmaktadır. 6.Leon, Ortodoks mezhebinin en fazla 3 evlilik kuralını çiğnemiş ve erkek çocuğu olmadığı için 4.evliliğini yapmıştır. Halkın ve din adamlarının onu affetmesi hasebiyle de bu mozaiği yaptırmıştır.

Ayasofya müzesinin güney giriş holünde Ayasofya ve İstanbul, Meryem Ana’ya sunulurken betimlenmiş Sunu mozaiği vardır. İç nartekste yer alan mozaikte, Meryem Ana değerli taşlarla süslü bir tahtta oturmaktadır. Kucağındaysa çocuk İsa bulunmaktadır. Başının iki yanındaki harelerde “Tanrı Anası” manasına gelen kısaltmalar yazmaktadır. Sağda İstanbul’un kurucusu İmparator Konstantin, Konstantinopolis’i; solda ise Ayasofya’nın kurucusu İmparator Jüstinyen, Ayasofya Katedrali’ni Hz Meryem’e sunarken görülüyor. Anlamıysa “şehir de, halk da inanç ta senin; her şey senin uğruna” şeklindedir. Meryem’in üstünde 10.yy Roma elbisesi vardır.

 

Meryem Ana ve Hz İsa Mozaikleri

Ayasofya apsis mozaiklerinin ve ikonoklazma dönemi sonrası mozaiklerin ilki yer almaktadır. İkonoklazma dönemi ise Hıristiyanlıkta kutsal kabul edilen kişilerin görsel tasvirlerin yasaklandığı dönemdir. Çok uzun sürmemiştir. Bu tasvirde yine Meryem’in kucağında İsa’yı görüyoruz. Tahtın üzerindeki minderlerde maça sembolü yer almaktadır. Her ikisinin de gözü, sol çaprazdaki kutsal melek Mikail’e dönüktür.

 

Müzenin 6 Kanatlı Melekleri

Ayasofya müzesi içerişinde yer alan bir diğer tasvir de cennette tanrının tahtını koruyan meleklere aittir. 6 kanatlı melekler, Osmanlı döneminde kilise camiye çevrilirken baykuş zannedildikleri için tam olarak örtülmemiştirler. Yalnızca yüzleri, yıldız şeklinde levhalarla kapatılmıştır.

 

Azizler ve Patrikler

Meleklerin yanı sıra patrikler de Ayasofya’nın duvarlarında kendilerine yer bulmuşlardır. 1.nişte İstanbul Patriği İgnatius, 4.nişte yine İstanbul Patriği Aziz Johannes ve 6.nişte Antakya Patriği İgnatius; sol ellerinde İncil ve sağ elleri ile vaftiz hareketi yaparken görülmektedir.

 

Kıyamet Günü Yakarması Mozaiği

Ayasofya’nın güneybatı duvarında dünyaca ünlü Deisis sahnesi mozaiği bulunur. Mozaikte, ortada Hz İsa, sağında Hz Meryem ve solunda Hz Yahya görülmektedir. İsa Peygamber sağ eli ile vaftiz işareti yaparken sol elinde İncil’i tutmaktadır. Kıyamet günü Tanrı’dan ümmetin affı için yalvarma sahnesi canlandırılmıştır. Rönesans’ın başlangıcı da kabul edilen bu betimlemede Mona Lisa tablosundakiyle aynı teknik kullanılmıştır. Hz İsa’nın gözleri sizi, sağdan sola ya da soldan sağa giderken takip eder.

 

Komnenoslar Ayasofya Müzesinde

Bu resimde, İmparator 2. Yannis Komnenos ve eşi İrene, Meryem ve İsa ile birlikte görülmektedirler. Prens Aleksios ise panonun yanındaki payede yer almaktadır. Ayrı tutulmasının nedeni ise, mozaik yapılırken Komnenosların çocukları olan genç prens Aleksios’un verem hastası olduğunun bilinmesidir. Ailenin üzerinde ölümün gölgesi düşmesin diye bu yönteme başvurulduğu düşünülmektedir. Oğullarının adına ücretsiz hizmet veren bir hastane yaptıran imparator, Meryem’e 1 kese altın, İmparatoriçe İrene ise belge sunarken betimlenmişler.

 

İmparatoriçe Zoe ve Eşleri

Ayasofya müzesi süslemeleri arasında en ilginç olanı belki de İmparatoriçe Zoe ile eşlerinin mozaiğidir. Zoe zorla tahta oturtulmuş ve sevmediği birisiyle evlendirilmiştir. Süsleme tamamlandıktan sonra başka bir evlilik yapar. Vücut kalır fakat yüz değiştirilir. Aynı işlem 3. evliliğinde de uygulanır. Yani imparatorun vücudu 1. eşe, yüzü ise 3. eşe aittir. Zoe’nin başının üstünde “çok dindar Auguste Zoe” imparatorun başının üstünde ise “Romalıların inançlı hükümdarı, Tanrı’nın İsa’sının kulu Konstantin Monomakhos” yazmaktadır. Hz. İsa’nın yanlarında da “Jesus Christos”un kısaltmaları yazmaktadır.

 

İmparator Alexandros

Ayasofya müzesi güney galerinin batı kısmında bir başka ilginç mozaik sergilenmektedir: İmparator Alexandros. İlginç olan yani ise, yalnızca 1 yıl süreyle hükümdarlık yapan birisinin betimlemesinin neden Ayasofya’da yer aldığını kimsenin bilmemesidir.

 

Ayasofya’nın Tek Osmanlı Mozaiği: Sultan Tuğrası

Osmanlı Devleti döneminde yapılan tek mozaik süsleme, Sultan Abdülmecit’in tuğrasıdır. Dış narteks ana giriş kapısında yer alan oval biçimdeki tuğra mozaiği, yere dökülen orijinal altın mozaik parçalarından yapılmıştır. Aslında Sultan Abdülmecit kendi tasvirinin yapılmasını ister. Fakat dönemin din adamları böylesi bir ibadethanede bunun uygun olmayacağını söyleyince o da tuğrasının yaptırılmasını ister.

 

Ayasofya’nın ve İstanbul’un Yağmalanması

İstanbul, 1204 yılında, Roma’da ki papalığın tertip ettiği IV. Haçlı Seferi sırasında, orduyu oluşturan Latin barbarlar tarafından işgal edilmiştir. 1261 yılına kadar süren bu işgal döneminde gerek kent, gerekse Ayasofya bütünüyle yağmalanmış, önemli eserler Roma’ya kaçırılmıştır.

Kaçırılan ve yağmalanan eserlerin arasında; kandiller, mozaikler, Hz. İsa döneminden kutsal emanetler, haçlar, azizlerin eşyaları, altınlar, gümüşler ve birçok paha biçilmeyen parça mevcuttur.

Özellikle altın ve gümüş malzemeler eritilerek, İslam hakimiyetindeki Kudüs’e düzenlenecek olan saldırılar için gereken masraflar buradan karşılanmıştır.

1261 yılında Doğu Roma Devleti kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir.

 

Ayasofya Tarihinin Son Hristiyan Ayini

Ayasofya’daki son toplu Hristiyan ayini, 28 Mayıs 1453 Pazartesi günü güneşin batışından sonra gerçekleşti.

İmparator XI.Konstantinos Dragos Ayasofya’ya gece yarısından yaklaşık bir saat önce geldi ve savunduğu şehir surlarına dönmeden önce son duasını yaptı. Ayasofya’da dualar sabaha kadar devam etti.

Osmanlı toplarının sesleri yoğunlaştıkça kiliseye sığınan kalabalık büyüdü. Şafaktan kısa bir süre sonra savunma surlarının delindiği ve şehrin düştüğü haberi geldi. O zaman kilisenin kapıları kapatıldı ve içerideki cemaat hiç gelmeyecek mucizevi kurtuluş için dua etmeye başladı. Kısa bir süre sonra Türk askerlerinin öncü kolu Ayasofya’ya varmış ve Bizans’ın trajik sonunu tamamlamıştı.

 

Fetih Sonrası Ayasofya

Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed Han’ın 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir.

Şehre girdiğinde Fatih Sultan Mehmet Han, 29 Mayıs Salı günü akşamüstü saatlerinde Ayasofya’ya doğru atını sürmüş, kilisenin kapısında atından inerek, eğilip bir avuç toprak almış ve Allah’ın karşısında alçak gönüllüğünü göstermek için toprağı sarığının üzerine serpmiştir.

Fethin hemen ardından Fatih Sultan Mehmet Han, ayağının tozu ile en üst kata kadar çıkarak kubbesi dahil her yerini incelemiştir. Aşağı indikten sonra sesi güzel birinden vakti gelen ezanı okumasını istemiş ve yanındakilerle beraber ilk namazı 29 Mayıs 1453 Salı günü kılmıştır.

Resmen cami olması ise o haftanın Cuma günü gerçekleşmiştir. İki gün içerisinde bir minare yapılmış ve yapıda bulunan mozaikler sadece ikonların yüz kısımları ince bir alçı ile kaplanarak kapatılmıştır.

Çağının ilerisinde bir düşünce yapısına sahip olan Fatih, mozaiklerin sökülmelerine müsaade etmedi. Hatta tüm itirazlara rağmen tamamını da kapattırmadı ve son derece hassas bir şekilde yaklaşılmasını emretmiştir. Bu ikonlar daha sonra 3.Ahmet tarafından tamamen kapattırılmıştır.

Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, Mimar Sinan tarafından yapılan minareler, aynı zamanda destekleyici payanda işlevi görmektedir.

Ayasofya’nın sahip olduğu minarelerin yıkılmasının Ayasofya’nın yıkılmasına neden olacağı bilinmektedir.

Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.

Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.

 

Ayasofya Külliyesi

Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Han Dönemi’nde bir medrese yaptırılmıştır. Sultan Abdülaziz Döneminde Ayasofya çevresinin yeniden düzenlenme çalışmaları sırasında medrese 1869-1870 yılları arasında yıktırılmış ve 1873-1874 yılları arasında ise yeniden yaptırılmıştır. 1936 yılında yıkılmış olan Medresenin kalıntıları 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır.

Sultan 2.Selim döneminde Ayasofya’da klasik bir Osmanlı Külliyesi meydana çıkmıştır.

Yapının güney cephesine türbeler inşa edilmiştir. Sultan 2.Selim ve zevcesi Nurbanu Sultan, Sarı Selim, 3.Murat, 3.Mehmet’in türbeleri ve bir Şehzadegan Türbesi bulunmaktadır

Okumaya düşkün olan 1.Mahmut, Ayasofya’nın içerisine kütüphane yaptırmış ve Topkapı Sarayı’ndaki kitaplarının bir kısmını da buraya getirtmiştir.

Tüm ibadethaneler içerisinde en büyük kandil de yine burada, Hızır makamı denilen bölgede kullanılmıştır.

Kütüphane ve türbelerin dışında Ayasofya Külliyesi’nde, imarethane, şadırvan, sebiller, hazine dairesi ve sübyan mektebi de bulunmaktadır.

Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir.

Ayasofya’da, en kapsamlı onarım, Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere yaptırılmıştır. Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır.

Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7,5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. Bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Levhalar ıhlamur ağacı ve balmumu karışımından yapılmıştır. Levhaların kapılardan büyük olmasına bakılırsa, levhalar içeride kurulan bir atölyede yapıldığı da düşünülebilir.  Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.

 

Cami-i Kebir Ayasofya

1936 tarihli tapu senedine göre Ayasofya, “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” olarak tapuludur.

Ayasofya, fetihten sonra da önemini korumuş ve Cami-i Kebir, Ulu Camii ya da Sultan Camii olarak anılmıştır.

Cami-i Kebir denilen camiler, padişahların Cuma namazını eda ettikleri, Cuma selamlığına çıktıkları camilerdir.

İstanbul’un fethinden sonra padişahlar genellikle Cuma namazlarını ve Bayram namazlarını Ayasofya’da kılmışlardır. Ancak Kadir Gecelerinde istisna olmamıştır. Sultanlar her Kadir Gecesi Ayasofya Camiine gelmiş ve ibadetlerini, halkla birlikte mutlaka burada gerçekleştirmişlerdir.

Manevi günlerde burada ibadet edilmesi geleneği Akşemsettin hazretlerine dayanmaktadır.

 

İlk Türkçe Ezan ve Kur’an Ayasofya’da

İlk Türkçe Ezan uygulamaları Süleymaniye, Fatih ve Ayasofya Camilerinde yapılmıştır.

3 Şubat 1932 gecesi Ayasofya Camii tarihî günlerinden birini yaşamıştı.

Kadir Gecesi için, her yıl olduğu gibi 40 bin kişinin doldurduğu caminin balkonlarında, bu sefer davetli sefirler de oturuyordu. 40 ünlü hafızın okuduğu Türkçe ezan, Türkçe kamet, Türkçe Kur’an o gece görücüye çıkmıştı.

6 Mayıs 1927 de banttan yayın yapmaya başlayan İstanbul Radyosu ilk naklen yayınını o akşam Ayasofya Camisinde okunan Türkçe Kur’an ve Mevlidi yayınlayarak yaptı.

 

Bizans Enstitüsü, Whittemore
ve
Türk Hükümetine Uygulanan Baskılar

12 Haziran 1929 akşamı İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’nde 8 zengin ve ünlü Amerikalı akşam yemeği için bir araya geldiler. Ayasofya’nın kaderini değiştirecek “Bizans Enstitüsü” o akşam kuruldu.

O akşam yemekteki zengin iş adamlarından birsi olan Charles R. Crane 10 yıl önce, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından toplanan Paris Konferansı sonrasında, ABD başkanı Wilson’un talimatıyla kurulan komisyonun üyesi olarak, Osmanlı Devleti’nde Amerikan Mandasının koşullarını araştırmak ve temin etmek göreviyle Osmanlı coğrafyasını dolaşmış ve İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da siyasi, bürokratik, askerî ve entelektüel çevrelerle görüşmeler yapmış, Sivas Kongresi’ne delege (ya da gözlemci) olarak davet edilmişti.

Bizans Enstitüsü’nün esas kurucusu ve fikir babası ise 58 yaşındaki Thomas Whittemore’du. Dedesi, bütün insanlığın hidayete ereceğini savunan Universalist Kilisesinin öncülerinden olan Whittemore, Bostonlu varlıklı aileden geliyordu. Dedesinin de kurucularından olduğu Tufts Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı okumuş, Harvard’da sanat tarihi üzerine eğitimine devam etmiş, İngiliz edebiyatı hocası olarak dersler vermişti.

Dindar, eşcinsel ve vejetaryendi. Boynuna doladığı büyük atkıları, şapkaları ve Bostonlu Yankee aksanı ile dikkat çekiyordu. Amerikalı zenginlerden, Rus prenslerine kadar geniş bir çevreye sahipti.
Thomas Whittemore’a Ayasofya Camisi’nin sıvaları altında kalan mozaikleri ortaya çıkarması için 7 Haziran 1931 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararıyla izin verildi.

Bizans Enstitüsü’nün tüm arşivinin yer aldığı Washington’daki Dumbarton Oaks Kütüphanesi’nin online arşivindeki belgelere göre 1950 tarihinde Enstitünün başkanı tarafından ABD Dışişleri Bakanlığı’na yazılan bir yazıda; 1931 yılında Ayasofya’da arkeolojik kazı izninin, 1927-32 yılları arasında ABD’nin ilk Türkiye büyükelçisi olan Joseph C. Grew sayesinde alındığı anlatılıyordu.

Grew, 1919’da Paris Konferansı’nda ve ardından 1923’de Lozan Barış Konferansında ABD heyetinin başındaki isimdi. 1925 yılında Mustafa Kemal’le kameraların karşısına geçip Amerikan halkına Yeni Türkiye’yi anlatmışlardı.

Tüm bu detaylar, Batılı odakların İslam Medeniyeti’nin gücü ve etkisi karşısında nasıl bir amaç doğrultusunda birleştiğini ve yeni kurulan Türk Hükümetinin ne denli baskı altına alındığını ve göstermektedir.

 

Arkeolojik Kazılar ve Ayasofya Müzesi

Thomas Whittemore ve ekibi bir süre sonra Ayasofya’da ki çalışmalarına başladı.

Birinci yıl, caminin dışındaki koridorlarda bulunan mozaikler ortaya çıkarıldı. Bu sırada Cami hâlâ İslam mensuplarının ibadetine açıktı. Ancak içeride ki mozaikler üzerinde çalışılmaya başlandığında caminin kapanması gerekecekti.
O günlerde Atatürk Whittemore’u Birinci Tarih Kongresine davet etti. Whittemore’u Ankara garında Atatürk’ün manevi kızı Zehra karşıladı. Birlikte geçtikleri Marmara Köşkü’ndeki davette ise onu Atatürk bekliyordu.
Bu görüşmenin ardından, 25 Ağustos 1934 tarihinde Eğitim Bakanı Abidin Özmen aldığı bir emri Başbakanlığa bildiren bir yazı yazdı;

“Aldığım büyük şifahi emir üzerine Ayasofya Camii’nin müze haline konması için icap eden tetkikata başlanması hakkında verilen emrin bir suretini arz eylerim efendim.”

Hemen bir komisyon oluşturuldu. Yapılacaklar listesi iki gün içinde hazırlandı.

24 Kasım 1934 tarihinde,

“Eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Camisi’nin tarihî vaziyeti itibarıyla müzeye çevrilmesi bütün Şark âlemini sevindireceği, insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle bunun müzeye çevrilmesi…”

diye başlayan kararname ile İstanbul’un fethinden beri cami olarak kullanılan Ayasofya, müzeye çevrildi. Thomas Whittemore’un, daha önce koridor ve çevre binalarda başlamış olan eski dönemlere ait mozaikleri ortaya çıkarma çalışmaları ana bina içinde de başladı.
1 Şubat 1935 Ayasofya, müze olarak halkın ziyaretine açıldı.

Thomas Whittemore, savaş yılları dışında çalışmalarına aralıksız devam etti. Ayasofya’dan sonra, bugün yine müze olan Kariye Manastırı’nda ki mozaikleri de ortaya çıkardı.

 

Ayasofya Müzesinin İlk Ziyaretçileri

Ayasofya’nın Müze olarak açılışından birkaç gün sonra Yunanistan Başbakan’ı Venizelos müzeyi ziyaret etti.

Ayasofya’nın müze olarak açılmasından 20 gün önce 12 Ocak 1934 günü Venizelos Nobel Komitesine bir mektup yazarak Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti.

Ayasofya’nın müze olarak açılmasından 8 gün sonra da Atina’da Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında Balkan Paktı imzalandı.

Whittemore’un özel davetlisi olarak Ayasofya’yı müze olarak gezmek için gelenler arasında yakın arkadaşları John D. Rockefeller Jr ve Henry Matisse de vardı. İngiliz Kralı VIII. Edward ve uğruna tahtı bıraktığı sevgilisi Wallis Simpson’u da müzede bizzat kendisi gezdirmişti.

1946 yılında, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Whittemore’a çalışmaları için bir tebrik mektubu yazmıştır.