Geceyi ve gökyüzünü seyretmekten ayrı bir zevk alıyorum.
Eskiden, nihayetsiz boşluğa bakıp, “Alemlerin Rabbi” denildiğine göre nefes alıp veren başka medeniyetler de olmalı diye düşünüyordum. Neyse ki kendimde her gün yüzlerce yaşadığım alemleri fark edince bu merakım şimdilik bitti.
Geceyi ve gökyüzünü seyretmekten ayrı bir zevk alıyorum. Özellikle dünyaya en yakın olan Ay’ı ve onun evrelerini izlemek beni mest ediyor.
Hilal gördüğümde bayrağımı düşünüyorum. Vatanına aşık olan binlerce şehidin kanında yansıdığını görür gibi oluyorum. O ne büyük bir aşk… “Üç dakika geçmeden şehit olacaklarını bildikleri halde sekiz metre öndeki ilk sipere atlayan kahraman askerler”… Bugünkü yaşayışlarımızı seyretseler ne hissederler acaba…
Hele dolunay…
Muhteşem bir doğa olayı bence. Birde yakamozların eşliğinde ise…
Dolunayın asıl bana çağrıştırdığı Ay’ın keşfi oluyor.
Bundan otuz beş sene önce onun yüzüne ilk kez ayak basan üç dev insan. Ne muhteşem bir zevk olmalı, her gece insanlığı selamlayan devasa komşuyu ziyaret etmek.
Birde anlatılır ya hani, oraya ilk ayak basanlar, Hıristiyan dinine ait çan sesleriyle birlikte, İslam dininin çağrısı olan Ezan’ı duymuşlar… heyecan duyuyor gibi oluyorum.
Ta ki kafamın içinden birkaç sorunun geçit törenine kadar;
İlk merak ettiğim şey;
Acaba o uzay taşıtıyla oraya nasıl indiler?
Dünyadan ne kadar küçük olursa olsun ayın da bir çekim kuvveti var. Okul yıllarımdan yanlış hatırlamıyorsam dünyanın çekim kuvvetinin onda biri kadar olmalı.
Üstelik orada dünyadakine benzer bir atmosfer de yok. Yani kuşlar uçamayacağı gibi, paraşütte işe yaramayacak. Yüzeyinde yoğunlaşmış bir gaz katmanı yoksa, bugünkü havacılık teknolojimiz orada iş görmez ki.
O halde o cismin oraya çakılmış olması gerekirdi. Ama çakılmamış sapa sağlam, hatta bazı arşiv görüntülerine göre ayaklarının üzerine inmişti. Bunu düşünmek bana hayret verdi.
İkinci merak ettiğim konu;
Acaba o insanları taşıyan araç oradan tekrar nasıl havalanmıştı?
Bilinen iki tür kalkış sistemi vardı. Ya bir motor ile kanatlarının altına bir yastık yapmalıydı. Yada bulunduğu ortamın çekim gücüne karşı bir itiş yaparak dikey olarak havalanmalıydı.
Dünyadaki havacılık teknolojisinin yoğun olarak kullanıldığı ilk seçenek için yine bir gaz kütlesi yani atmosfer gerekli. Olmadığına göre, demek ki bu değildi. Üstelik kapsül de kanat da yoktu.
Diğer seçenek için muazzam bir güç gerekliydi.
Oysa anlatılanlara göre aya giden ilk araç dünyadan dört parça ile havalanmıştı. Birinci yakıt tankı, ikinci yakıt tankı, ana motorlar ve insanları taşıyan kapsül. Ve yine anlatılan bilimselliğe göre yakıt tankları ve ana motorları ay yüzeyine inmeden önce, dünya yörüngesine geçebilmek için bırakmıştı.
Bu durumda ay yüzünden kalkış yapabilmek için hangi tür bir enerji, nasıl çeşitli bir motorda kullanılmıştı? Ve bunlar o kapsülün neresindeydiler? Buda bana muazzam bir hayret yaşatıyor hala daha…
Kendimi alamadığım başka bir düşünce ise;
Neden otuz beş yıldır bunun bir tekrarı olmadı?
Bu üstün keşfi başarmış olmak büyük bir güç gösterisidir. O halde bu teknoloji ilerletilmeliydi. Hem ticari, hem de stratejik ciddi bir kuvvet bu. Ama otuz beş yılda sadece bir kez başarılmış olması ve ikincisinin hala gerçekleşmemiş olması oldukça hayret verici geliyor bana.
Belki izah edilebilir bir sebepleri vardır.
Peki neden bu muazzam olayın yıldönümü kutlanmıyor?
Neden yaşanmış olan bu muhteşem olay insanlara her yıldönümünde bir kez daha hatırlatılıp gündeme getirilmiyor?
Bu soru da oldukça ilgimi çekiyor.
Bir başka soru da;
Neden aya ayak basan adamlar star olmamıştı?
Günümüze baktığımızda bugün hit olan, star olan yüzlercesinden daha çok hak ediyorlardı oysa.
Ne var ki özellikle iki tanesinin o günden sonra yüzünü bile gören olmamıştı. Üçüncüsü ise birkaç yıl önce bir akıl hastanesinde sessiz sedasız öldü yanılmıyorsam.
İçimi garip bir düşünce sarıyordu.
Acaba…!
Olabilir miydi…!
Bütün dünya insanlığı bu denli kandırılmış olabilir miydi…!
…
1960’lı yılların Amerika Birleşik Devletleri için ne kadar zor yıllar olduğunu herkes bilir. Ekonomik bunalım içindeki hükümetin özellikle işçi hareketlerini durduramamış olması o ülkenin uluslararası planda önemli prestij kaybına sebep olmuştur.
1970’li yılların ise yine ABD için nasıl gelişme ve ferahlık dönemi olduğunu yine herkes bilir. Bu anlamlardan bakıldığında “Ay Hikayesi” ABD’ye çok şey kazandırmıştı. Yıkılan bir prestij tam olarak kurtarılmış ve önemli ve büyük adımlar atılmasına sebep olmuştu.
Peki, böyle bir hikayeye dünya insanlığı nasıl kanmıştı?
1970’li yılların başlarında Amerika ve Rusya devlet başkanlığının isimlerinin yolsuzluk skandallarına karışmasının bu kandırmaca içinde bir yeri olabilir miydi? 60’lı yılların son dönemlerinde özellikle Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerine finansal krediler sağlanmış olması ile bu hikaye arasında bağlantılar var mıydı?
Ay hikayesinin sonunda söylenen çan ve ezan sesleri kimler için duygusallık yaratmış ve sus payı olmuştu?
Bu düşüncelerle aldanmışlığımı, kandırılmışlığımı sindirmeye çalışırken, özüne uygulu insanlar olarak yaşamanın ne anlama geldiğini bir kez daha takdir ettim.
Artık rüzgarın önündeki kuru yapraklar gibi sürünmek istemiyorum…