Akıl denilen güç, kişi için en büyük ayrıcalıktır. Kişiyi ayrıcalıklı yapan ise akıl gücünün boyutları değil, ne kadar derin olduğudur.
Aklın boyutları, aklına sığdırabildiği kavramların çözümlene bilen miktarıdır. Bilinen yaşamda olduğu gibi, bu boyutların en, boy ve yükseklikleri söz konusudur. Yüzeysel kesitlerde ki genişlemeler, çözülen kavramların, çözümsüz kalanlara oranına göre değişkenlik gösterir. Yükseklik mevzuu ise kişi aklının ilgilendiği mevzuların mevhumlarına göredir.
İşte bu mevzuların mevhumlarının değişimi aklın yüksekliğini etkilemeye başladıktan sonra, gelişerek derinliğini oluşturmaya başlar. Anlatmaya çalıştığım derinlik ve yükseklik kavramı arasında ki fark, var olmuşluk ile var oluş arasındaki geçiş kadar ince ve narin çizgidir.
Kesin kabulü mümkün olan şey, Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığıdır. Bilinen yada bilinmeyen her şeyin tümden beraber Allah olduğu ve Allah’ın tek olduğudur. Hiçbir şeyin Allah’tan ayrı olmadığıdır. Bu durumda, bilinen yada bilinmeyen her şeyin tüm olum ve edimleri de Allah’ın olum ve edimleridir.
Tüm kainat her türlü olum ve edimlerle var oluşu sürdürerek hayata devam ettiğinden, kainatın varlığı, kapsadığı her şeyle birlikte, Allah’ın varlığıyla anlaşıla bilir.
Buradan sonuçla, kişinin aklını muhatap ettiği her şey kainatın içindedir. Gerek eni-boyu, gerekse yüksekliği ve derinliği ile tüm mevzular kainattır ve kainattandır.
Kişinin ve aklının da kainatın içinde var olduğu ve o kainatın parçası olduğu dikkate alındığında, akıl, aslında kişinin aklı olmaktan çıkar, kainatın aklı oluverir. Kainat kişilere mahsus gibi görünen aklından, kişileri alet edinerek, nesneleri kendisi için kullanır. Kullanılan nesneler, her zaman zahiren varlık göstermiş olan şeyler değil, belirsiz oranlardaki soyutluklar da olabilmektedir.
İşte en derinliğe doğru ilerlenmeye başlandığında akıl, aslında kendisinin kişi olmadığını, kaynağının da kişisellik olmadığını mevzuu edinmeye başlar. Bu derinlikte kişi, var olmaktan yok olup, bir başka yerde varoluşu yaşamaya başlamıştır. Aslen var olmak kavramı tamamiyete ermiş bir kavram değildir. Zira kainat sürekli olarak yenilenmeye devam halindedir. Var oluş sürmekte ancak tamamlanmamaktadır.
Aklın derinliğine doğru yol alan kişide, aklın kaynağı kişi yada kişisellik olmaktan çıkmıştır. Artık akıl, kendisini bir yönetenin var olduğunu hissetmeye başlamıştır. Aklın, kişiselliğin değişkenliğinden arınarak, kendisini yönettiğini fark ettiği yönetenin ulaşmak istediği noktayı kendisine hedef alması, kişiyi hedefli kılar.
Bu derinliğe ulaşamamış kişilerin akılları, yeteri kadar yükseklik içermediğinden tümden kişisellik sınırları içinde gündelik mevzulara yönelir. Geçim derdi gibi dertlerle meşgul kalır. Zevkli yaşamak derdine düşer. Bu dertler içinde varlık iddiasında kalır. Bu hal aklı kişisel değişkenliklerle düşünmeye ve karar vermeye zorlar. Oysa aklın bu tarz çalışmasını sağlayan kişisel değişkenlikler yükseklik kazanmış bir başka aklın planlı ve istençli yönlendirmelerine maruzdur. Özet ifadeyle, yükseklik ve derinlik seviyesi zaaflı olan akla sahip kişiler, kısmen dahi olsa hedefli ve avantajlı olan akla sahip kişilerin gölgesi durumunda olmak mecburiyetinde kalırlar.
Aklın kavramları arasında belirlediğim yükseklik ve derinlik kavramları, hayal ile gerçek arasında ki bağlantıyla ayrılmaktadır. Zahir ile hakikat, madde ile mana, şeytaniyet ile rahmaniyet, umumiyet ile hususiyet gibi mevzular, aklın kapsamı yönünden aynı içeriğe sahip mevzulardır.
Akıl, kendisini yönetene tabi oldukça yükseklik yada derinlik kazanacaktır. Kendisini yönetenin zahiri değerler olması hali akla yükseklik kazandıracak, hakiki değerler olması ise derinlik kazandıracaktır.
Işık ve görüntünün fiziksel izahlarını ortaya koyan aynalar konusu, kelimelerin değerlerine gerçek anlamlarını getirmektedir. Bilimsel incelemeler bazında cismin kendisi gerçek, aynada ki görüntüsü ise zahirdir. Kelimeler buradan anlamlandırılırsa kavram daha açık anlaşılır. Yaşadığımızı hissettiğimiz bu dünya haline zahiri yaşam denilmektedir. Bu tüm otoritelerce kabul görmüş söylemdir. Bu durumda aynanın ne olduğunu yaşantımızla ilişkilendirmeye gayret etmek, konuyu çözmek açısından faydalı olur.
Konumuzda işlediğimiz aklın yüksekliği kavramı tümüyle aynanın içinde, derinliği kavramı ise aynadan bağımsızdır.
Ne kadar ilginç geliyor bana ki; aklın ve o akla sahip kişinin, yükseklik veya derinlik kazandığı hissiyatıyla, ne yönde olursa olsun bir yönetene hizmet ettiği bilinci, aslında o aklın kişisel değişkenlikten arınamadığının açık ispatıdır. Zira, muteber olan iddia, doğman ve doğal olandır. Yapay iddialar gölge durumuna düşmüşlüğün tezahürüdür.
İşte bu noktada konu biraz daha açılım göstererek, aklın yönetene uyumuna giriyor. Aklın iştigal konusu, ne olursa olsun, kainattan başka bir şey değildir. Kainatın her olumu da, tek ve düzenli bir olum olduğuna göre, hakikatte, akıl, her şart altında, kainatın kendisinden gelen umumi duyumlarla yönlenmektedir. Yükseklik sahibi de olsa, derinlik sahibi de olsa, hatta hiç sınıfında bile olsa akıl, kainata hizmet vermektedir. Başka bir ifade ile kainat kendisine gerekli olan aklı kişiye verir ve o kişiden kendi arzuları üzere kullanır.
Hiç kimsenin, kendi kabiliyeti ile aklına bir şey gelmez. Tüm planlar, tasarılar, hayaller, istençler, kişide aklı ile şekillenir. Oysa o akıl kişiye ait değer olmadığı gibi, kaynağı da kişinin kendisi değildir. Kişi aklına gelenleri belirleyemez. Sadece aklına gelenleri düşünür, hatta seçe bilir. Bu da kişinin kişiliğinin sonucudur. Bir tür irade mevzuudur.
Akla sahiplenmek, aklın varlığını inkar etmek kadar tehlikelidir kişi için. Aklı sahiplenmek, aklı kainatın sevk ve idare ettiği gerçeğini ve aklın yönetenini inkardır. Aklına sahip kişilere neden bazı şeyleri unuttuğu yada bazı şeyleri neden durduk yerde hatırladığı sorulmalıdır.
Bunlara karşın, kişiyi kişi yapan şey aklıdır. Kişi aklından geçirdikleri ile vardır. Aklından geçirdikleri kadardır. Aklından geçendir kişi. Aklından geçirdiği alın yazısıdır.